Deneme

Seçmek

Hayatımızda fiillerin ne kadar önemli bir yeri olduğunu hiç düşünüyor muyuz, bilmem. Durup dururken fiil üzerine de düşünülmez, tabii. Bazı vesilelerin olması gerek. İşte önümüzde bir seçim var ve seçmek fiili üzerine düşünüyorum.

Hayatımızda ne kadar da büyük bir öneme sahip, seçme eylemi! Sabah uyanır uyanmaz seçme eylemine başlıyoruz. Yataktan kalkıp kalkmama hususundaki seçim en zoru olsa da seçim eylemi elbise giyiminden işe gitmek için vasıta belirlemesine kadar uzayıp gidiyor...


Konuşma yeteneğinin insanı eşref-i mahlukat seviyesine ulaştıracak cinsten olması ve insanın da bu yeteneğin hakkını vermek gayesiyle gün boyu konuşma eylemini gerçekleştirme aşamasında kelime seçimleri ile sürüyor, insanın gün içinde seçim eylemi...


Aklımıza gelebilecek hemen her konuda beynimizi zonklatacak derecede bir seçime ulaşabilmek için çalışıyor olmamız ve bu yorucu işten uzak durma endişemiz, belki bilinçaltında, zaman zaman en önemli seçimlerimizin bile baştan savma olmasına yol açabiliyor. Sonunda akla karayı seçemez oluyoruz.


İnsanın en önemli seçimlerinin başında iş, eş ve yönetici seçimi gelmektedir. İş ve eş seçimi bireyseldir. Doğru seçim yapılıp yapılmadığı da kişilerin bu konulardaki tatmin oluşlarıyla belirlenebileceği için genel bir yargıya ulaşmak mümkün değildir; ama, yönetici seçiminde gerektiği kadar titiz davranmadığımız iki yakamızın yıllardır bir araya gelmemesinden anlaşılmaktadır.

Bu seçim sadece seçeni değil; diğer seçen ve seçmeyenleri de -ayrıca, seçmemenin de bir seçim olduğunu unutmayalım- etkilemektedir. Hatta, inancımız gereği günahsız bildiğimiz çocukları ve insanların yaşadığı çevre içinde bulunan hayvanları bile etki alanı içine almaktadır. Bir Milli Eğitim Bakanının vazifesini iyi yapamadığını düşünün. O bakanın seçiminde ufak bir dahli bile olmayan çocukların bir daha elde edilemeyecek olan zamanları -ki, insanın kişiliği bu dönemde şekillenmektedir- boşa harcanmış olmaz mı?

Tam olarak neyi seçeceğini bilmeyen hiç seçmese en iyi seçimi yapmış olur.



Okumak

Bu kelime, Eski Türkçede ‘okımak’ şekliyle ‘okumak, çağırmak, davet etmek’ anlamlarını ifade için kullanılmıştır.

‘Çağırmak, davet etmek’ anlamıyla bugün söz konusu kelime ağızlarımızda yaygın bir şekilde yaşamaktadır. ‘Oku’ kelimesi, Eğirdir, Seyitgazi, Çal ve Kelgin gibi İç Anadolu yörelerinde ‘düğün davetiyesi’ anlamınadır, örneğin. Buna bağlı olarak ‘okucu’ ‘düğün davetçisi kadın’; ‘okuluk’, ‘köylülerin düğüne davet için yaptıkları küçük ekmek’; ‘okuma’, ‘düğüne davet etme eylemi’; ‘okunculuk’, ‘düğüne davet için gönderilen mum veya şeker gibi armağan’; ‘okuntu’ veya ‘okuyuntu’ kelimeleri de yukarıda sıraladığımız ağızlardaki ‘çağırmak’ anlamıyla ilgili kullanılan kelimelerdendir.

Halkımız bu kelimeden payına düşen kısmını layıkıyla kullanmaktadır. Davet kelimesine ve davetiyeye hala ayak diremekte ve davet kartı yerine okuyuntusunu şeker olarak gönderip millete şeker kırdırtmaya devam etmektedir. Peki aydınımız payına düşen ‘okumak’ anlamı doğrultusunda bu kelimenin hakkını verebiliyor mu? Şimdi bunu biraz irdeleyelim:

Bu bağlamda üzerinde durmamız gereken ilk anlam, harfleri tanıma ve yazılı metinleri seslendirebilme becerisidir. Okullarda bilgi aktarımının vazgeçilmez yolu bu beceriden geçtiği için de devletçe belirlenmiş eğitim sürecini tamamlamak, ilkokul, ortaokul, lise ve yüksekokul diplomalarını almak şekliyle anlam genişlemesine uğramıştır. Bu nedenle, toplumumuzda diplomalı kişi, ‘okumuş kişi’ olarak değerlendirilmektedir.

Bu anlamıyla ‘okumak’, taşıdığı diğer olumlu anlamlarla bütünleşmediği sürece Yunus Emre’nin de ifade ettiği gibi:

İlim, ilim bilmektir
İlim, kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır

Okumaktan mana ne
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru emektir

pek bir değer taşımamaktadır.

Okumak eyleminin diğer bir anlamı da şarkı, türkü, gazel gibi müziğe konu olan metinleri sıradan gelişigüzel seslendirmek değil de özel ezgisiyle dile getirmektir; ki, böyle okuma, insanın ruhunu ve beynini dinlendirmesi bakımından gözardı edilmemesi gereken önemli bir eylemdir. Yeteneği olanların okuması, olmayanların da dinlemesi önerilir.

Bu kelimenin asıl üzerinde durulması gereken anlamı ise okuma eyleminden sonra okuduğumuz yazılı metni anlamaktır. Bu şekliyle okumak, ses duvarının ötesine geçmektir. Ayrıca, harfleri sese dönüştürmenin ötesinde ses birleşimlerinin anlamsal özünü kavramak, düşüncenin izdüşümünden hareketle sunulmak istenen iletiye tekrar tekrar ulaşmak eylemidir, okumak.

Ayrıca, okumak, insan sesinin iletişim amaçlı boğumlanmış karşılıkları olan harfleri tanımanın ve seslendirmenin dışında diğer anlamsal göstergeleri de görüp sezgisel olarak algılayabilmektir. Örneğin acı çeken insanın acısını yüzünden okumak, böyle bir okuyuştur.

Okumak kelimesi etrafında bu kısa gezintiden sonra, yazıyı çeşitlemelerle noktalamak istiyorum:

Okumalıyız; ama, bildiğimizi değil…
Okumalıyız; ama, milletin canına değil…
Okumalıyız; ama, masal ve maval değil…
Okumalıyız; ama, gazel değil…
Okumalıyız; ama, çarkına değil…
Meydan okumalıyız; ama, sadece olumsuzluklara; doğrulara ve doğruluklara değil…
Gözlerimiz Kur’an okumalı; ama, ‘velfecr’ değil…
Okutmalıyız; ama, rahmet okutmamalıyız.
Okutmalıyız; ama, üfletmemeliyiz (Üfürükçüye rağbet etmemek anlamında).
Tozdan dumandan ferman okunmayan bir dönemde adımız sanımız okunsun istiyorsak okumalıyız, okumalıyız, okumalıyız...

Yüzünden, içinden, ezberden ve gönülden okumalıyız.

Ve elbette ki, mektebinde okumalıyız.

Savaş

Savmak fiilinden yapılmış bir isim. Daha çok devletlerarası dövüşler için kullanılmakta… Dövüş, kişiler arasında gerçekleşirse kavga adıyla tanımlanmaktadır.

İnsanlık tarihi kavgayla başlar. Bu kavga Kabil’in kıskançlık kavgasıdır. Kardeşi Habil’in kurbanının Allah tarafından seçilmiş olmasının kıskançlığıdır, bu.

O günden beri kardeşler ve uzak kardeşler arası bu kavga, başka amaçlar ile de genişlik ve yaygınlık kazanarak sürmüştür. Toplumlararası düzenli ve kurallı kavgalara dönüşünce de savaş adını almıştır.

Tarih kitapları genellikle bu savaşları konu edinir. Tarih kitaplarında daha çok atalarının zaferini gören uluslar, bunu övünç kaynağı yapmaktadırlar.  Övünmek için de, düşünsel zemin hazırdır; "Bize düşman idiler; biz kazanmasaydık, düşmanlarımız kazanacaktı!".

İş kıskançlığın -yani, savaş konusunun- ortaya çıkmasından sonrası için doğru gibi görünüyor; ama, Kabil’in Habil’i öldürme sebebi ne derece mantıklı? Başka bir deyişle, iki üç kuşak sonrası Sırp ulusu, bugün Kosova’da atalarının -bugünkü Sırpların- yaptıkları hakkında övgüyle söz açabilecekler mi? Bugün üçüncü kişiler buna nasıl bakıyor?

Dilimizde savaş kelimesi, ibareler içinde çoğunlukla bu anlamıyla, biraz da kavga anlamına indirgenmiş olarak, yer almaktadır. İç savaş, savaş alanı, savaş ilanı, savaş hâli, savaş tutsağı vb. Bu kelimeyle ilgili birleştirmeler de aşağı yukarı bu anlamı çağrıştırma yolundadır: veremle savaş, sıtmayla savaş, kirlilikle savaş gibi… 

Kelimeyi bu anlamıyla daha fazla irdelemeyeceğim; çünkü, yeterince aşinayız. Ayrıca, "Savaşma; seviş!" gibi ifadelerin kullanımı bu anlamdan hoşnutsuzluğu da göstermektedir.

Asıl üzerinde durulması gereken insanın kendisiyle savaşmasıdır. Erdemli, övünülebilecek ve çocuklarımıza gönül rahatlığıyla miras bırakabileceğimiz, işte bu savaştır. Tarih bu tür savaşları yazmalıdır. Habil olarak kalabilme, Kabil gibi kargadan daha aciz duruma düşmekten kurtulmak için bilinçleşme, insanlaşma savaşı vermeliyiz.

Avcıyı ısıracağı yerde kargıyı ısıran hedef av hayvanı gibi, yanlış hedeflere saldırmak yerine asıl sebebe karşı birer savaşçı olmalıyız; ki, Adem soyunu çeşitli açılardan tahrip eden savaşların sonu gelsin ve bir daha asla olmasın.

Kendimizle savaşmazsak, kardeşimizle savaşırız. Yani, istenmeyen savaşın çaresi yine savaş… O hâlde, ‘Savaşla savaş!’ için hadi savaşa…

Yalnızlık

Kavramlar tek başlarına kullanıldıkları zaman düşünce dünyamızda, çoğunlukla, ya olumlu ya da olumsuz bir anlam alanı çizer; ama, ifade elbisesine büründükleri, başka kelimelerle söz içine girdikleri zaman, ne yüzde yüz olumlu ne de yüzde yüz olumsuz bir anlam içerir. Kavramları kullananın bakış açısına göre olumlu ya da olumsuz değer taşımak yönünde değişir.

Yalnızlık, tek başına olumlu bir kavram değildir. Kimse yalnız kalmak, belki olmak, istemez. Yalnızlık Allah’a mahsustur, çünkü.

Edebiyatçılarımız genellikle ağırlıklı olarak bu anlam alanına uygun olarak kullanmışlardır, bu kelimeyi:

Rûhî, “Yalnızlık canıma kâr etti; bilmem neylesem.” der. Yine, bu mealde, Ali Mümtaz Arolat “Bu kimsesiz akşamla / Sonu gelmez bir gamla / Ruh erir damla damla” şeklinde şikayet eder.

Bu kelimenin olumsuz anlamıyla kullanımını örneklendirecek sayfalarca metin bulmak mümkündür. Maksadımız örnekleri sıralamak olmadığı için ikişer örnekle değinmiş oluyoruz.

Diğer taraftan bazı metinlerde de yalnızlık insan için “Gölge etme; başka insân istemem.” ifadesine uygun olumlu bir değerler manzumesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Fuzûlî, “Fuzûlî ayb kılma yüz çevirsem ehl-i âlemden / Neden kim her kimse yüz tuttum andan yüz belâ gördüm.” sözüyle; Enderunlu Vasıf, “Değmez elem-i külfetine ülfeti dehrin / Rahat bulur âlemde uzlet-i ahbâb” sözüyle başka bir yorumlamada bulunmaktadır… Yine bu anlamla ilgili kullanımları da çoğaltmak mümkündür; geçiyoruz…

Ben de başka bir açıdan; ama, olumlu anlam alanı içinde, bakmak istiyorum bu kelimeye.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Zamanının çoğu da bu özelliğinin tabi bir sonucu olarak toplum içinde geçer. Diğer taraftan, topluma katılan insanın bireyselliğini de taşıması, kendi olabilmesi gerekir. Bir insanın kendi olabilmesi için de kendine zaman ayırması, yani yalnız kalması, hatta yalnız kalabilmeyi öğrenmesi ve buna katlanması gerekir. Bu nedenle, kendimizi tanımak ve test etmek için yalnızlığımızı çoğaltmalıyız; ki, toplum içinde yalnız kalmaktan kurtulabilelim.

Bir de şunu belirtmekte yarar görüyorum: İnsanın içinde bulunduğu dünyada her an gözü önünde bulunan güzelliklerin farkına varması güçtür. Bir insan anadilini konuşur; ama, kurallarını bilmez. Başka bir dili öğrenmek isteyen kişi ise, anadilinde gerek duymadığı kuralları öğrenmekle başlar, işe. Yani, günlük hayatın sıradanlığı içinde iki yön vardır ve biz, alıştığımız yönün dışına çıkıp diğer yönü ihmal edebiliriz. Bu ihmalde toplumsal hayat içinde koşuşturmanın olumsuz yansıması yadsınamaz, çünkü…

Bu açıdan bakıldığında, yalnızlık, toplumsal hayatın koşuşturması içinde sıradanlaşmış gibi görünen güzelliklerin farkına varabilmek için güzel bir fırsattır. Evimizin önünde yıllardır duran bir ağacın ilk defa gördüğümüz bir yerdeki "Harika!" hayret ünlemi ile nitelendirdiğimiz ağaçtan güzellik açısından bir farkı yoktur ve biz bunun farkına varamamışızdır. Oysa, önce onun farkına varmamız gerekir. Yakın çevremizdeki dış dünyayı tanımak açısından önemli olduğu kadar yalnızlık, insanlık için düşünce üretme açısından da faydalıdır. Yazan ve düşünen insanların kalabalık ve gürültü bir ortamda üretken olabileceğini düşünmek ne derece doğrudur?

Yalnızlık kavramının bir diğer olumlu yanını daha zikrederek yazımı tamamlamak istiyorum.

Bu yalan dünyada yaşamaya mecbur edilmiş insanın belli bir yaştan sonra yalnız kalması çoğu kez kaçınılmazdır. İhtiyarlık dönemi diyoruz biz buna… Mutasavvıfların günlerce çile çıkarması da bu tür bir kul olarak kendini tanıma ve öbür dünyaya hazırlanma pratiği değil midir?

İhtiyarlık, yalnızlıkla eş anlamlıdır, bir bakıma ve biz gençlik döneminde sık aralıklarla bu döneme hazırlık ameliyesi olarak uzlete çekilmeliyiz; ama, bunu yaparken de aklımızı Rab edinilen kişilerin yönlendirmesiyle değil aklın yol göstericiliğiyle gerçekleştirmeliyiz.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız
Hatırası bile yabancı gelir
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir
Gittikçe artıyor yalnızlığımız. 
                                                  C. S. Tarancı



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

13-18 Temmuz 1995 Şiir-i Sirebrenitsa

Şiir-i Sirebrenitsa Türk Avrupa'da İslam'ın adı Ey kardeş Küfr Türk sözünden İslam'ı anlar İslamsa tarih g...